Thursday 21 February 2013

Garanti'nin Bir Çiftliği Var


Reklamlarda çeşitli figürleri kullanmak yaygın bir yol. Reklamcılar ve reklam verenler bu yolla kullanılan figürlerin çağrıştırdığı özelliklerden yola çıkarak çağrışım temelli bir algı uyandırmaya çalışıyor. Güç, estetik, güven, sempati, neşe gibi bir çok algı bir ünlüyle, bir maddeyle veya bir hayvanla tüketicinin zihninde markayla ilişkilendiriliyor.

Garanti Bankası Çiftliği
Türkiye’de reklam deyince örnek gösterilen ve kimilerinde çığır açtığı kabul edilen efsane “sucu çocuk” reklamıyla bizi tanıştıran Garanti Bankası son zamanlarda reklamlarda küçük bir hayvan sürüsü kullanıyor. Henüz nereye varmak istediğini anlayamadığım bu küçük hayvan grubu çeşitli şivelerle bize oyunlar oynuyor, güldürüp mesaj vermeye çalışıyorlar. Ben henüz ilişkinin nasıl kurulmaya çalışıldığını anlamadım. Sanırım şiveli konuşmalarla hayvanla aramızda, bu vesileyle de bankayla aramızda bir yakınlık doğurmak isteniyor. Bu reklamlara bugüne kadar gelen tepkileri ve reklamın geri dönüşünü merak ediyorum doğrusu. Genelde sosyal medyada olumlu ve sevimli bir yansıması olmadığını düşünüyorum. Buna rağmen Garanti bu hayvancağızlarla devam etme konusunda kararlı görünüyor. Reklam maliyeti yüksekse geri adım atmak zor gelir. Belki de bizim görmediğimiz büyük, olumlu geri dönüşler oluyordur.

Hayvana Dikkat
Reklamda hayvan kullanımı etkili olduğu kadar tehlikeli de bir yol. İletişim kazasına çok açık. Garanti Bankası geçenlerde Konya sokaklarında reklam panolarına dev reklamlarını yerleştirdi. Bölgesel reklamla tüketicinin aidiyet duygusunu artırmak amacıyla tasarlandığını zannediyorum bu reklamın. Zannediyorum diyorum, çünkü amacının tam tersi bir etki uyandırdı Konya’da. Bu afişte Garanti Bankası’nın son dönemlerde kullandığı hayvan figürlerinin hepsi bir arada. Eşek, köpek, tavuk v.s.  Afiş reklamda Garanti Bankası çalışan ve müşterisi olan Konyalı sayısını belirterek “Biz Aslen Konyalı’yız” diyor. Diyor ama yazının altında Garanti’nin hayvan çetesinin resimleri var. Normalde bu hayvanlar maskot, şişme gibi şekillerde Garanti Bankası şubelerinde, alışveriş merkezlerinde, şehir merkezinde insanların karşısına çıksa belki sevimli olacak. Fakat hep bir ağızdan “Biz Aslen Konyalıyız” deyince bu durum Konyalı’yı rahatsız etti. Garanti Bankası’nın “hadi Konyalılar’ı hayvana benzetelim” dediğini eminim kimse düşünmüyordur. Farklı bölgelerde de bu reklam olduğundan yola çıkarak bunun Konya’ya has bir durum olmadığını da söyleyebiliriz. Tüm bunlara rağmen, ortada açık bir iletişim hatası olduğu kesin. Başka yerlerde bu reklam tepki görmediyse de, takdir edildiğini de sanmıyorum. Burada yöre ağzıyla, yöreye has ögeleri kullanarak bir reklam yapmak belki de daha etkili olurdu.

Konya'da Tepki Çeken Garanti Bankası Reklamı

Tepkiyi Dinlemek
Konyalı bu reklamlara sosyal medya ve bölgesel medya kuruluşları aracılığıyla tepkisini gösterdi. Garanti Bankası bu tepkileri duydu ve hemen afişleri değiştirdi. Garanti Konya’da bir krizin eşiğinden döndü. Bölgesel kültür ve algı göz önünde bulundurularak yapılması gereken bu reklamlarda oluşan tepkilerin de çok iyi dinlenip anında harekete geçilmesi önemli. Sosyal medya ve iletişim araçları sayesinde dünyanın her hangi bir yerindeki bir Konyalı, reklamı çıplak gözle görmemesine rağmen bu reklamdan rahatsız oldu ve tepkisini belirtti.
İletişimin diken üstünde olduğu günümüzde etkinin nereden doğacağı, tepkinin nereden geleceği belli değil. Herkesin, her zaman tüm iletişim kanallarını dört açıp, her tepkiyi dinlemesi gerek.

Tepkilerden Sonra Yeni Reklam
 Bu yazı 11 Şubat 2013 tarihinde www.eurovizyon.co.uk sitesinde yayınlanmıştır.

Çalışan Velinimetimizdir


“Müşteri velinimetimizdir” sözünü eskiden hemen hemen gittiğimiz tüm küçük esnafta duvara asılı görürdük. Hep bahsedilen üretim odaklı olmaktan müşteri odaklı olmaya geçiş sürecinin güzel bir işaretidir bu söz. Müşterilerine kıymet verdiklerini göstermek isteyen şirketler işe onları tanımaktan başladılar. Bu da müşteri ilişkileri yönetimi (CRM) isminde yeni bir alanı doğurdu. Şirketler bu konuda o kadar ileriye gittiler ki hakkımızda en yakın dostumuz, hatta ailemizden daha çok bilgiye sahip oldular.
Hayata pazarlama penceresinden bakanlar için herkes bir şekilde bizim müşterimiz. Buna çalışanlarımız da dahil. Müşteri ile ilişkilerde bu kadar ileri giderken acaba çalışanlarımızla ilişkilerimizi sorguluyor muyuz? Bize en büyük katma değeri verenler, çalışanlarımız. Yeni trendde çalışan memnuniyeti de oldukça önem kazandı. Beraber çalıştığımız arkadaşımızın sadece işle ilgili özelliklerini değil, ailesi, zevkleri, inancı, sağlığı gibi paylaşmakta sakınca görmediği her özelliğini bilmemiz onlarla daha iyi iletişim kurmamızı sağlar. İletişim ve empati çalışanımızın mutluluğunu, şirketteki huzurunu ve verimini artırır.

Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satmak
Bu tabir müşteriyi tanımadığımızda ne hallere düşebileceğimizi gösteriyor. Aynı durum çalışanlarımız için de geçerli. Dünyanın en büyük şirketlerinden birisinin İngiltere ofisinde 2012 yılında başarılı projelere imza atmış bir arkadaşım geçenlerde müdüründen anlamlı (!) bir noel hediyesi aldı. Yöneticinin bu inceliği, personeline vermeye çalıştığı değer çok güzel. Eminim bu yönetici de yaptığından çok mutluluk duymuştur. Fakat siz hayatında alkol kullanmamış bir insana bir şişe şarap alırsanız, en iyi ihtimalle aldığınız şarap mesai bitmeden çöp kutusuyla buluşur. Zaten hediyeyi alan arkadaş da o en iyi ihtimal gerçekleşti. Çalışanın inancı, kültürü, tüketim alışkanlıklarını bilmek, onu tanımanın önemli bir adımı. Bu bir şişe şarap hediyesini hediye alan çalışan alkol bağımlılığından kurtulmaya çalışan birisi de olabilirdi.
Şirketimizin ne kadar büyük olduğu personel ilişkileri yönetimine odaklanmamız açısından önemli değil. Önemli olan hep bir “aile” olarak nitelendirdiğimiz çalışma ortamlarımızda, zamanımızın büyük çoğunu paylaştığımız insanları daha iyi tanımak, ilişkileri geliştirmek, onları ailenin bir parçası haline getirmek. Müşteri ilişkileri yönetimine büyük yatırımlar yapan, karmaşık yazılımlar satın alan şirketler, çalışan ilişkileri yönetimine en az müşteri ilişkileri kadar yatırım yapmalıdırlar. İnsan kaynakları birimleri bu konuda yöneticilerin en büyük yardımcısı ve destekçisi olabilirler. Küçük işletmeler, aile şirketleri bile bu konuları göz ardı etmemelidirler. Ofis dışı aktiviteler bunun için güzel bir fırsattır.
Bugün özellikle “iş arayan” kesimden ziyade “iş seçen” kesim şirketlerin personel ilişkilerine çok önem veriyor. Bu konuda Google dünyaca ün yapmış bir firma. Türkiye’de ise Turkcell ve Unilever firmaları başı çekiyor.
Hep bahsettiğimiz “değer vermek” burada da karşımıza çıkıyor. Kendi çalışanlarımızı tanıyarak hem onların en verimli şekilde çalışmalarını, hem de mutlu olmalarını sağlayabiliriz. Öyleyse irili ufaklı şirket sahipleri ve yöneticileri, çalışanlarımıza “değer biçmeyi” bırakıp “değer vermeye” başlayalım.

Bu yazı 24 Aralık 2012 tarihinde www.eurovizyon.co.uk sitesinde yayınlanmıştır.



Yabancıya Teşvik Primi


Ülkeler de bir şirket gibi işliyor ekonomik olarak. Nasıl ki bir şirket elindeki ürünü en iyi fiyata ve en çok müşteriye ulaştırmak istiyorsa, ülkeler de bu amaçla hareket ediyor. İhracatı yüksek olan ülke ekonomik olarak daha güçlü görülüyor. Bunun için de ülkeler ihracatı artırmanın yollarını arıyor.
Türkiye’de ihracatçının aşmakta zorlandığı sorunlar var. Yüksek maliyetler uluslar arası alanda rekabet avantajını azaltıyor. Özellikle Avrupa ülkelerinin süreklilik ve standardizasyon istemesi de üreticilerimizin işlerini zora sokuyor. Daha çok içsel olan bu sorunları ileri üretim teknikleri ve profesyonelleşme ile üzerine düşerek kendi içimizde çözebiliyoruz.
Bir sorun var ki, bunu aşmak belki de en zoru; pazarlama. Bildiğimiz gibi ticaret nesilden nesle aktarılan bir gelenek ve kültür aslında. Bizdeki ihracat  kültürü ve damarı eski politikalar nedeniyle kurumaya yüz tuttuğu için ihracat, yakın zamana kadar elimize pek yakışmıyordu. Son zamanlarda bu alanda da yol katedilmeye başlandı. Daha pazarlamanın bir çok boyutuna değinemeden karşımıza ilk olarak müşteri bulma sıkıntısı çıkıyor. Karşılaştığımız bir çok iş adamı ellerinde çok iyi ürünler olduğu halde müşteri bulamamaktan şikayetçi.
Türk markalarının dünyaya tanıtılması ve ihracatın artırılması için devlet ve özel birliklerin bir çok teşvik ve destekleri var. Bu teşvikler maliyetlerin azalmasına ve ihracatçının dışarıya daha rahat açılmasına yardımcı oluyor. Fakat en büyük sorun, müşteri bulma noktasında ne kadar faydalı oluyor?
Teşvikler ürünümüzü, markamızı, firmamızı giydirip kuşatıp görücüye çıkarmaya yarıyor. Bir nevi ürünü müşteriye doğru itiyoruz. Buna göre Türk firmaları yurt dışına ihracat yapmaları durumunda bir şekilde ödüllendiriliyor.
Teşvikler sürecin bir çok noktasına destek olurken son vuruşu, müşteri bulmayı firmaya bırakıyor. Firmaların en çok açık verdiği alan da bu. Sonuç atılan gole göre belirleniyor. İhracat kültürü ve tecrübesi eksik olan firma gol atmada yetersiz kalıyor. Bu yüzden bir çok donanımlı firma son vuruşu yapamadığı için potansiyelini değerlendiremiyor. “Müşterisiz meta zayidir” kuralınca, müşteri bulamadığı için sonuca ulaşamıyor.

Bu işi tersine çeviremez miyiz?
Türk firmaları müşteri peşinden koşacağına, yabancı firmaların Türk satıcı bulmak için uğraşması kulağa daha hoş gelmiyor mu? Ortada bir mal veya hizmet var. Biz bunu yurt dışına doğru itiyoruz. Peki birisi de dışarıdan çekse ne olur? Bir taraftan itilirken diğer taraftan çekilen ürün daha hızlı gitmez mi?
Sistemi tersinden işlettiğimizde alıcı yabancı firmalara da teşvikler uygulanabilir. Türkiye’den ithalat yapmak cazip olduğunda yabancı firmalar sektörlerindeki satıcı Türk firmaları arayacaklardır. Bu cazibe en basitinden ithalat prosedürü, yabancı firmaların konaklama ve ulaşımlarıyla ilgili olabilir. Mevcut teşvikler maliyeti düşürüyor ama bunu yabancı firma direkt olarak hissetmiyor. Çünkü direkt kendisi teşvikin muhatabı olmuyor. Bu teşviki direkt hissettiklerinde satıcı aramaya girişeceklerdir.
Sonuçta sistem tersten işleyecek, fakat aynı sonuç daha hızlı elde edilecek. Bir tarafın koşup bir tarafın durmasındansa, her iki taraf da koşarak ortada, daha hızlı buluşacaklar. Böylece alıcı ve satıcının muhteşem buluşma sahneleri de çoğalacaktır.

Bu yazı 22 Kasım 2012 tarihinde www.eurovizyon.co.uk sitesinde yayınlanmıştır.

Monday 12 November 2012

Çin Fırtınası ve Devlerin Aşkı

Dünyanın en dikkat çekici ekonomisi olan Çin, hepimizin bildiği gibi bir süredir uyanışta. Uyuyan devin uyanması dünya ekonomisini etkiliyor. Çin’de her şehir ayrı bir sektörün merkezi olma yolunda ilerliyor. Dünyada herhangi bir yerde görüp bir örneğini gösterdiğinizde daha ucuza yaptıramayacağınız bir ürün yok gibi. Aslında tarih bu tür bir ekonomik atağı ilk kez yaşamıyor. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı bu konuda Japonya için bir devrim. Trajik bir başlangıcın ardından Japonya kalitesiz ve taklit ürünlerle üretime odaklandı. Bir süre sonra kendi markaları ve “Japon malı” algısını üst düzeye çıkardı. Bugün Çin’in yapmak istediği şey de bu; yine taklit. Sanırım birinci evre tamamlanmak üzere.

Telekominikasyonun Çincesi
Hemen her sektörde adından söz ettiren Çin, sektöre göre farklı yatırımlar yapma yoluna gidiyor. Özel sektöre destek olmanın yanı sıra özellikle büyük paralar gerektiren teknoloji alanlarında devlet kendisi de firmalar kuruyor. Telekom, otomotiv ve beyaz eşya sektörlerinde firmalar kurup maddi destek sağlayarak piyasaya giriş yapmalarına ön ayak oldu. Otomotiv ve beyaz eşya sektörü henüz telekom kadar başarılı olamadı. Dünya ekonomisinde payı oldukça büyük olan ve devler ligi olarak bilinen telekominikasyon sektörüne de bugün Türkiye’de bir çok telekom  operatörü ve büyük şirketin de altyapısını yapan Huawei ve ZTE ile girdi. Çok değil, bundan on yıl önce başlayan bu serüven dünyada bu alandaki dengeleri alt üst etti. Devlet desteğiyle elde ettikleri yüklü nakitlerle bu firmalar dünya piyasasına hızlı bir giriş yaptılar. Güçlü nakit ve ucuz iş gücü avantajıyla fiyat rekabetine girdiler. On yıllık bu süreçte piyasada hakim oluncaya kadar en ucuz fiyat politikasıyla fiyat kırmaya devam ettiler. Piyasada hakim olunca karlılıklarını artırmaya başladılar. Tüm rekabet tarzları arasında bilinir ki fiyat rekabeti en acımasız olanıdır. Bu alana girenlerin kaybedecekleri ve kaybettirecekleri çok şey vardır. Bu yüzden ancak çok güçlüler dayanabilir.

Devlerin Aşkı
Çin’den gelen bu güçlü fırtınadan etkilenmemek için Batılı firmalar birbirlerine sarılarak hayatta kalma yoluna gittiler. Bu sarılmayla doğan aşk, firma evlilikleriyle neticelendi. Amerika’nın gururu Motorola ve Kanadalı Nortel sarılacak kimseyi bulamayınca batmak zorunda kaldılar. Fin devi Nokia, Alman Siemens’le evlendi; Alcatel de Lucent’le. Bu evlilikler de Çin fırtınasının önüne geçmeye yetmedi. Şu günlerde bu firmalar da sıkıntı yaşıyorlar. Telekom sektöründe Çin fırtınasının önünde ayakta kalabilen tek firma Ericsson oldu. Ancak son zamanlarda Ericsson`un da kar paylarında düşüşler görülmeye başlandı.   

Uzun ömürlü ve bol sıfırlı anlaşmalarla hayatını sürdüren bu şirketlerde bir yerden sonra anlaşma yapmak, para kazanmanın önüne geçmeye başlıyor. Bunun en büyük örneği Enron. Bugün ismi anılmasa da bir zamanlar dünyanın en büyük enerji şirketi olan Enron, diğer etkilerle birlikte anlaşma egosu hastalığı yüzünden tarihe karıştı. Piyasayı kaptırmak istemeyen koca koca şirketler cüz’i karlılıklarla anlaşma yapmaya ve mevcut anlaşmaları devam ettirmeye çalışıyorlar. Anlaşma egosu ve müşteri kaçırma fobisi karlılığı unutturup hayatta kalabilme ve itibarı kaybetmeme uğruna bir girdaba doğru sürükleniyorlar.

 “Tüm bunlardan bize ne?” demeyelim. Çin fırtınası hepimizi etkiliyor. Her alanda böyle ucuz maliyetli ürünlerle rekabet halinde olduğumuzu unutmayalım. Bir de bu devler bana şunu öğretti: Yeri geldiğinde küçülmek, birleşmek, ayrılmak, bunların hepsi bir seçenek olarak çekmecemizde durmalı. Firma ve kişisel egolarımıza kendimizi kaptırmamalıyız.

İşletme fakülteleri ve yüksek lisans programlarında başarı ve başarısızlıklarıyla vaka analizi olarak öğrencilerin karşısına çıkacak bu şirketleri ve sektörü izlemeye devam ediyoruz. Bakalım neler olacak?

Not ve Ekleme:
Yazı yayınlandıktan sonra Türkiye'de 10 yılını dolduran Huawei'nin en büyük ikinci AR-GE merkezini Türkiye'de yapmayı planladığını, ürün geliştirme operasyonlarını İstanbul'a taşıyacaklarını ve Türkiye'nin orta Asya operasyonları merkezi olacağını da öğrendik. Hadi bakalım.

Bu yazı 5 Kasım 2012 tarihinde www.eurovizyon.co.uk internet sitesinde yayınlanmıştır.

Monday 17 September 2012

Yeni Iphone, Yeni Steve Jobs


Bazı firmalar, markalar, logolar sahipleriyle özdeşleşir. Bazılarınınsa sahibi hakkında en ufak bir fikrimiz yoktur. Bir çoğumuz Mercedes’in kime ait olduğunu bilmezken, Apple ve Microsoft’un sahibini hepimiz tanırız. Sektör, popülerite gibi bir çok duruma göre bu bilinirlik ve özdeşleşme değişir. Marka ile markanın sahibi arasındaki en büyük özdeşleşme belki de Apple’da var. O kadar ki Steve Jobs’un ölümünden sonra bile devam ediyor.

Tekrar Hoşgeldin Steve
Wall Street Journal’dan James Hookway’in yalancısıyım. Apple’da yazılım mühendisi olarak çalışan Tony Tseung, Steve Jobs’un ölümünden sonra Tayland’da bir budist gruba eposta gönderip eski patronunun akibetini soruyor. Diğer tarafta işlemler yeni bittiğinden mi, Jobs’a yeni ulaşabildiklerinden mi bilmiyorum ama Tony’nin epostasına cevap Ağustos ayında geliyor. Gelen cevaba göre Jobs, Apple’ın Kaliforniya’da bulunan genel merkez binasındaki eski ofisinin üstünde camdan mistik bir sarayda savaşçı bir filozof olarak reenkarne olmuş durumda yaşıyor. Bize bu müjdeli haberi veren Bangkok’un kuzeyindeki Dhammakaya Tapınağı’nın başrahibi Phra Chaibul Dhammajayo. Rahibe göre Jobs bilim ve sanatla donatılmış bir şekilde yeniden doğdu ve zamanının çoğunu bir Apple mağazasını andıran cam sarayında geçiriyor. Orada yalnız da değil. Yanında Iphone ve Apple’in diğer ürünlerini dünyadakiler için geliştiren yirmi tane de dahi hizmetkarı var. Jobs herhangi bir müziği dinlemek istediğinde otomatik olarak o müzik çalmaya başlıyor ve acıktığında hemen yardımcılarından birisi ona lezzetli bir yemek getiriyor. 35-40 yaşlarında, saçlı ve dünyadaki halinden daha yakışıklı. Sürprizler bununla da bitmiyor. Phra Chaibul’a göre Jobs’un daha önce de başka hayatları vardı. Önceki hayatlarında kendisini geliştirecek bir çok işten sonra bizim bildiğimiz iPhone’u yaptı.

Jobs’un reenkarnasyon macerası çok da kolay olmadı aslında. Bu reenkarnasyonu hızlandırmak için Malezya’da bir grup Jobs hayranı bundan bir kaç ay önce tropikal bir adada toplandılar. Reenkarnasyon sürecini hızlandıracağı inancıyla hepsi ellerindeki elmalardan birer ısırık alıp denize attılar. Burada, elma ısırmaları Apple’ın ismi ve logosu olmasından mı kaynaklanıyor yoksa reenkarnasyonla ilgili başka bir etkisi mi var bilemiyorum. Eğer tamamen markaya bağlıysa Microsoft’un sahibi Bill Gates hayranlarının vay haline. Jobs kadar hayranı olmasa da kendine göre çevresi olan, hali vakti yerinde bir insan neticede. Acaba o ölmüş olsa benzer bir durumda hayranları neyi ısırıp denize atacaklar. Microsoft’un isminde de, logosunda da somut bir nesne yok. Belki de hayranlar bu yüzden şimdiden küçük ve yumuşak bir nesne arayışına geçmişlerdir.
Bu arada Tayland’daki tüm budistler ve yetkililerin buna inandığını söyleyemeyiz. Bir grup budist ve budist rahipleri Dhammajayo’yu kendi inancını yaymak ve para toplayabilmek için böyle bir iddiayı ortaya atmakla suçluyor.

Ne Güzel Zamanlama
İşin inanç boyutu bir yana, tüm bunların yeni bir iphone, üstelik de Steve Jobs’suz ilk iphone’un piyasaya sürülmesinden hemen önce çıkması çok ilginç bir rastlantı. Üstelik Jobs’un önceki hayatlarında kendisini geliştirip sonunda iphone’u yaptığı iddialarıyla birlikte. İnsanın aklına kötü kötü şeyler gelmiyor değil. Sonuçta iphone ve Apple’ın adı hep Steve Jobs ile anıldı. Iphone ilk kez Jobs’suz piyasaya çıkacak. Şirketiyle, markasıyla bu kadar özdeşleşen bir girişimci ve yönetici az bulunur. Bugün yenilik ve teknoloji deyince akla ilk gelen markalardan birisinin sahibiydi Jobs. Sanırım bir çoğumuz bir kaç teknoloji firması haricinde bir çok dünya firmasının sahibini veya üst düzey yöneticisini tanımayız. Ama Jobs’un ayrı bir yeri vardı. Jobs markasını yaşatmak için mi, Jobs hayranlarına yeni iphone’da onun parmakları olduğunu anlatmak için mi bilmiyorum ama, etik olup olmadığı tartışılmakla birlikte ilginç ve başarılı bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuz ortada.
Bir markanın gücünü ve tüketiciyi nasıl bağladığını göstermek için çok güzel bir örnek Apple. Firma sahibinin o markayla ne kadar özdeşleştiğini göstermek için de. Aslında biz bunun benzerlerini küçük işletmelerde çok görürüz. Bakkal, terzi gibi küçük işletmeler sahibine göre değerlendirilir tüketici tarafından. Ali bakkal çok iyi, Mehmet terzi çok dürüst, Hasan usta çok maharetlidir. Bu onların ticaretlerini etkileyen belki de en önemli unsurlardan bir tanesidir. Sanırım hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken nokta şu; ismimiz bizim markamız, yüzümüz ve bedenimizse logomuz. Bu ikisi hafızalara hangi duygular ve yargılarla kazınmışsa yaptığımız her işte bunun etkisini görürüz. 

Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 12 Eylül 2012'de yayınlanmıştır.

Friday 14 September 2012

Ebay'in Yeni Logosu Pazarlama Camiasına Hayırlı Olsun

Bugün pazarlama dünyası e-bay'in yeni logosunu konuşuyor. Yeni logoda renkler aynı, yazılar biraz daha ince ve tek satır şeklinde, düzenli yazılmış. 17 yıllık logoyu değiştirmek kolay bir karar değil. Eminim bunun için bir çok araştırma da yapılmıştır. Yorumlar logonun artık daha ciddi olduğu şeklinde genelde. Sanırım artık o uçarı çocuk yerini daha ciddi, kurumsal ve büyük bir yapı imajına bırakıyor.

Özellikle halka açık şirketlerde müşterinin bakış açısıyla birlikte hissedar ve hisse senedi analistlerine verilen imaj da önem taşıyor. Belki hissedarlar bu şekilde bir şirketi daha güvenli bulacaktır

ebay'in eski logosu
Logo değişikliğinin bir de estetik anlayışıyla ilgisi var. Estetik konusunda Türkiye'de önemli çalışmalar yapanlardan birisi A. Selim Tuncer  (@selimtuncer) ve Prof. Dr. İsmail Kaya (@pazarlamabitane). Onların yorumlarını henüz görmedim ve merakla bekliyorum. Yunus Emre Yıldırım (@marketorous) logonun incelmesine dikkat çekmiş. Estetiğin incelikle özdeşleşmeye başladığı bir dönemdeyiz. Daha ince telefon, daha ince kadın ve bir çok şeyin daha incesi makbul artık.

E-bay'in logo değişikliğinde bu estetik ve incelik anlayışının da etkisi olamaz mı?

ebay'in yeni logosu

Saturday 1 September 2012

Zeka Geliştiren Satışçılar


Bu dünyada hepimiz bir şekilde satışçıyız. Hepimizin bir ürün veya hizmeti var ve onu satmaya çalışıyoruz. Satılan ürünün, hizmetin veya karşılığının illa ki ticari bir meta, para veya ekonomik bir değer olması da gerekmiyor satışçı olmak için. Bilgi, fikir, sevgi, bunların hepsi bir şekilde satılıyor.

İnsan beyni zorlandıkça ve kullanıldıkça daha da açılıyor ve pratik hale geliyor. “Türk işi” dediğimiz bir çok hareket aslında bir sıkıntı karşısında çözüm aramaktan kaynaklanan pratik zeka ürünleri. Herhangi bir engel yoksa, o engeli aşmak için çözüm üretmeye de gerek kalmıyor. Bu yüzden bilim ve sanat, genelde sıkıntılı ortamlarda, engelleri aşmak için ortaya çıkıyor.

Bir ürün veya hizmet almak için yaptığımız her görüşmede ilk önce biraz gerginlik hissediyoruz. Bizlere verilecek bilginin doğruluğu hakkındaki şüphelerimiz bizi bir dedektif gibi her bir ayrıntının üzerine gitmeye zorluyor. Bu yüzden de bir dedektif şüpheciliğini üzerimizden atamıyoruz. Daha önceki tecrübeler, eş dost deneyimleri, hepsi bizde satışçılara karşı bir önyargı, belki de artık bir yargı, oluşturuyor. Satışçının her bir hamlesine karşı, sanki satranç oynar gibi, biz de bir hamle geliştiriyoruz. Satışçı malını öven bir cümle kuruyor, biz hemen oradan bir açıklama istiyoruz. Çünkü malesef bir çok satışçı kelimelerin esnekliğinden ve anlam genişliğinden yararlanma konusunda ileri derecede bir dil uzmanı olmuş. Müşteri de sürekli kendisini yeni sorularla garanti altına almak istiyor, gardını hiç indirmiyor.

Satışçı dikkatimizi çekecek, bize fayda sağlayacak unsurları ön plana çıkartıyor: “%70 indirim!”. Doğru, ama mağazadaki yüzlerce çeşit ürünün sadece üçünde geçerli. “Şu kadardan başlayan fiyatlarla”. Doğru, o kadardan başlıyor ama o üründen bir tane kaldı, o da vitrindeki mankenin üzerinde. Alıcı her seferinde bünyesine bu taktiklerden birisini ekliyor. İkinci kez bu taktiğe karşı bağışıklık kazanmış oluyor.

Hepimiz bir satışçıyız demiştik ya! Her ne satıyorsak satalım; bilgi, fikir, ürün, hizmet, sevgi ve daha bir çok şey. İster öğretmen olalım ders anlatan, ister bir ürün satışçısı, isterse de ilan-ı aşk eden bir sevgili. İnandırıcılık özelliğimizi kaybetmememiz, karşımızdaki alıcıyı rahat hissettirmemiz için mesajı oldukça net, sade ve güvenilir bir şekilde vermemiz gerekir. Tabii, alıcı bize gelmeden önce bizimle ilgili çeşitli kaynaklardan bilgi edinmiş olacaktır. Daha önce iletişimde olduğumuz bu alıcılara ne kadar güven vermiş ve ne kadar dürüst olabilmişsek, net ve sade bilgiyi iletebilmişsek, karşımızdaki alıcı kendisini o kadar rahat hissedecektir. Kişisel ve iş hayatımızda girdiğimiz her iletişimin bizim için oluşturulan yargılar binasında bir tuğla olduğunu unutmamamız gerek.

Sevgili Satışcılar,
İnsanların zekasını geliştirmeye yardımcı olmanız güzel. Fakat bunun için farklı çalışmalar yapsanız da size gelen insanlar ne dediğinizi net bir şekilde anlasa fena olmaz mı? Eğer daha az cümle ile daha çok satış yapmak istiyorsanız karmaşık mesajlar ve altyazılar yerine net, doğru ve sade bilgiyi tercih edin.
İyi satışlar...

Bu yazı 31 Ağustos 2012 tarihinde www.eurovizyon.co.uk internet sitesinde yayınlanmıştır.