Saturday 25 August 2012

İstanbul 2020


Kulağa hoş geliyor değil mi? Peki gerçekleşecek mi? Bu hayalin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tahmin etmekten veya bunun için çaba sarfetmekten önce Türkiye’nin bu organizasyon için gerekli altyapı ve hazırlığını sorgulamamız daha doğru olur. Aslında hepsinden önce cevaplamamız gereken, “Türkiye bu organizasyonu yapmalı mıdır, yaparsa kazançlı çıkar mı?” sorusudur zannımca.

İslam ve Olimpiyat
Türkiye’nin bir Müslüman ülke olması sebebiyle öncelikle İslam ve olimpiyat ilişkisinin incelenmesinde fayda var. Doğum yeri Yunanistan olarak bilinen olimpiyatlar, Yunan kültürü ile birlikte pagan ve çok tanrılı bir kültürden beslenir.  Olimpiyatlardaki kullanılan bazı figürlerde de bu kültürün izleri görülebilir. Bu da tek tanrılı ve muhafazakar bir yapıya sahip İslam Kültürü açısından olimpiyatların kabullenilmesini zorlaştırmaktadır. İslam Dünyası da Islamic Solidarity Games (İslam Birliği Oyunları) ve benzeri spor organizasyonları ile alternatif geliştirmektedir. Bununla birlikte olimpiyatlar ve olimpiyat komitesi ile İslam dünyası arasında yakınlaşma da hızla artıyor. Londra 2012 bu noktada önemli bir kırılma noktası oldu. BBC’nin internet sitesinde bile olimpiyatlarla ilgili karşınıza çıkan ilk fotoğrafın bir İslam ülkesinin bayrağı olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Londra 2012’de Tunuslu bayan halterci Ghada Hassine, ilk kez tayt ve başörtüsüyle podyuma çıkarak olimpiyatlar tarihine geçti. Suudi Arabistan bu seneki olimpiyatlarda ilk kez bir bayan atletle katıldı. İslam dünyasının olimpiyatlara ısınma süreci hızla ilerliyor. Bu ısınmada sıçrama taşı olması için tek bir adım kaldı:

Bir Müslüman Ev Sahibi
Bu konuda çalışma yapan Kasim Renderee çalışmasında aday olabilecek on şehir belirlemiş: Doha, Kuveyt, Dubai, Kahire, Rabat, Tunus, Almatı, Kuala Lumpur, Bakü ve İstanbul. Bunların arasında favori olaraksa İstanbul’u tespit etmiş. Fakat en büyük engel olarak terörü göstermiş. Bu engel olimpiyatla ilgili her platformda Türkiye’nin önüne malesef çıkıyor. Bu konuda daha önce acı tecrübeler yaşayan olimpiyat komitesi artık daha sağlamcı çalışıyor. Times’a göre ise Türkiye’deki en büyük sıkıntı trafik ve halkın futboldan başka branşlara olan ilgisizliği. Trafiği bilmem ama olimpiyatlara ev sahibi olursa hemen her branşa bir ilginin oluşturulabileceğini düşünüyoum. Olimpiyatların uluslar arasılık ve kucaklayıcılık özelliğini, hep bahsedilen olimpiyat ruhunu diri tutmak için bir müslüman ülkede yapılması gereklidir.

İstanbul’da Olmalı Mı?
Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin olimpiyatlara talip ülkeler için koyduğu kriterler vardır: Devlet desteği, altyapı, spor sahaları, iyi planlanmış Olimpiyat köyü, çevresel şartlar ve etkiler, konaklama, ulaşım planı, güvenlik, geçmiş organizasyon tecrübeleri, finans, projenin genel sağlamlığı. Bu kriterleri yerine getirebileceğimizi düşünüyorsak “İstanbul olimpiyatları alabilir mi?” sorusunun cevabını hemen hemen vermiş oluruz. Fakat “almalı mı?” sorusunun cevabının vermek için bu kriterler yeterli olmaz. Çünkü olimpiyat komitesi organizasyonun güzelliğine bakar, ülke için getirisine değil. Bizler ilk önce fayda sağlayabileceğimize ve bunun için gerekli çalışmaları yapabileceğimize inanmalıyız. İşte bunun için ülkeler olimpiyatlara ev sahipliği yaparken belli amaçları vardır: Bunların başlıcaları olarak şehri yeniden markalandırmak, mevcut marka değeri ve/veya bilinirliğini artırmak, şehrin mimari yapılaşması ve yatırım alanları üzerinde köklü değişiklikler yapmak, ileriye dönük turizm yatırımı yapmak sayılabilir. Örneğin Londra hem yeniden markalama, hem de ileriye dönük turizm gelirini artırmayı hedeflemektedir ve bununla ilgili hedeflerinin somut rakamlarını dahi belirlemiştir. Bunlar planlanmazsa Yunanistan’da olduğu gibi spor kompleksleri ve stadyumlarda oyunlar sonrasında otlar çıkmaya başlar. Oluşan borçları ödemek için yıllarımızı vermek zorunda kalırız. Bu yüzden sonucunu iyi hesaplamamızda fayda var.

Tarihten bir ders: Kleopatra Sütunları
Tarihte bizim için hep bir ders vardır. 1801 yılında Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, eski Mısır’dan kalan harabeleri İngiliz ve Fransız üst düzey iki askerle birlikte gezerken Kleopatra Sütunları olarak bilinen kadim yekpare iki sütundan birisini İngiltere’ye, birisini de Fransa’ya hediye etmiştir. Osmanlı’dan bu denli pahalı ve önemli bir hediye almanın heyecanını yaşayan Fransız ve İngilizler, her biri 250 ton ağırlığındaki hediyelerini ülkelerine götürmek için çalışmalara başladılar. Sonuçta İngiltere sütunu taşıyamamakla birlikte yapılan harcamalarla ekonomisini büyük zarara uğratmıştır. Fransa’nınsa sütunu taşıması dört yılını almıştır ve yedi sene boyunca bütçe bu yüzden açık vermiştir.

Pazarlamasız olmaz
Ülkeler için olimpiyat, sadece bir spor organizasyonundan ibaret değildir. Ülkemizde hala değeri anlaşılamamış olan şehir ve ülke pazarlamasını bu organizasyonda projenin ortasına koyup organizasyon buna şekillendirilmelidir. Yoksa Amerikan filmlerinde evde verilmiş muhteşem bir partinin arkasından misafirleri uğurladıktan sonra dönüp evin haline bakan ev sahiplerinin pişmanlığını yaşayabiliriz. Bu pişmanlığı yaşamamak ve karşılığı alınamamış bir olimpiyat uğruna elimizde “Kleopatra Sütunu’yla” kalmamak için her açıdan iyi hazırlanmalıyız.

Not: Yazıda kısmen Kasim Randeree’nin International Journal of Islamic and Middle Eastern Finance and Management dergisinde yayınlanan Islam and the Olympics: seeking a host city in the Muslim World isimli makalesinden faydalanılmıştır.
Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 16.08.2012 tarihinde yayınlanmıştır.

Londra’da Bir Olimpiyat Hikayesi


Olimpiyatların devam ettiği şu dönemde olimpiyattan bahsetmek bir moda. Olimpiyatla ilgili yazmak, söylemek, sosyal ağlarda mesaj vermek, dört yılda bir yaşanan dönemsel bir moda olarak karşımıza çıkıyor. Başka zaman adını hatırlayamadığımız spor dallarını izliyor, tahminlerde bulunuyor, üstelik yorup yapıp tartışıyoruz. Dahası o spor dalının geleceği hakkında fikir beyan ediyoruz. Henüz ülkemizin madalya alamamış olması da bir çok hazır pişmiş yorumları önümüze süren insanlar için de fırsat doğuruyor. Bu tespitleri olimpiyatlar başlamadan yapıp, şu anki durumu tahmin etme yeterliliği ve cesareti olmayanlar için gün doğdu.

Olimpiyatlar Nasıl Gidiyor?
2012 olimpiyatlarının Londra’da yapılacağı kesinleştiğinden beri bu konu halk arasında önem kazanıyor ve devamında akla yeni yeni sorular getiriyor. Halkın aklına ilk önce “olimpiyatlardan nasıl bir kazanç sağlayabilirim?” sorusu geldi. Kimileri olimpiyatlar için yeni yatırımlar yaptı, projeler geliştirdi, yeni alanlara girdi. Kimileri kendi sektörlerinde gelişim ve arayış içerisine girdiler. Kimisi de sadece bekledi. Olimpiyatlar için şehre yatırımlar yapılmaya başlandı. Sonra Londralılar bir başka soru sordular: “Tüm bu yapılan binalar ne?”. Bu merak içerisinde dev ve ilginç yapılar büyümeye devam etti. Olimpiyat köyü inşası için özellikle son beş-on yıldır bilinçli bir şekilde geliştirilmeye çalışılan Doğu Londra bölgesi tercih edildi. Böylece hem bir köy inşa edilecek, hem de kalıcı bir yenilenme olacaktı. İnşa sürecinde ve oyunlar boyunca değerlendirilmek üzere, özellikle yakın bölge halkından, geçici eleman alımına başlandı. Bu da bölgedeki işsizliği geçici olarak da olsa azaltmak, olimpiyatların sahiplenilmesini artırmak açısından önemli bir adımdı. “Olimpiyatlarda biz de bir iş bulabilir miyiz?” sorusu ortaya çıktı bu süreçte. Buraya kadar herşey normale yakın gidiyordu.

Hayale / Kabusa Yaklaşıyoruz...
Olimpiyatlara yakın Londralılar yolların üzerinde olimpiyat işaretiyle kapatılmış şeritler görmeye başladılar. Zaten trafikten dertli olan Londralılar için bu işaretler yeni bir kabusun habercisiydi. “Olimpiyat şeridi” adı verildi bu yollara ve bu şeridi kullananlara ağır para ve puan cezaları olacağı her yerde ilan edildi.  Bu şeritler örümcek gibi şehrin birçok kısmını kaplamaya başladı. Radyolar ve televizyonlar Londralılara olimpiyat süresince Londra’nın çok kalabalık olacağını, mümkünse araba kullanmamalarını, hatta en güzelinin özellikle yoğun saatlerde evlerinden çıkmamaları olacağını söylemeye başladılar. Sanki bir kasırga gelecekti ve radyolar bunun için tüm şehri uyarıyorlardı. Bu durum kimi insanda bir heyecan, macera ve ticari kazanç beklentisi doğururken, kimilerinde de bir tedirginlik ve gerginlik oluşturmaya başladı.
Olimpiyatların en özel ve beklenen kısmı açılış seramonisine sıra geldi. Bu görkemli açılış töreni sırasında şehrin her tarafında dev ekranlar eşliğinde sokak partileri devam etti. Ertesi gün olimpiyatların ilk günüydü ve Londralılar şimdiden sanki her biri bir altın madalya garantilemiş gibi seviniyorlardı. İnsanlarda olimpiyatlarla ilgili garip bir merak ve heyecan vardı.

Yeni Sorular
Heyecanla beklenen olimpiyatlar geldi ve sorulara yeni bir tanesi daha eklendi: “Eeee?”. Kısa ama çok şey ifade eden bu soru bir şaşkınlık ve hayal kırıklığının ifadesi ortada dolaşıyordu. Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki gibi herkes ciğeri arıyordu. Olimpiyat köyü etrafı kilometrelerce öteden kapatılmış, bir çok ana ve ara yollar kapatılmış, olimpiyatlara gelen insanların uğrama ihtimalinin çok düşük olduğu sokak aralarında bile park yasağı saatleri fazlalaştırılmış, Londralılar Londra’dan soğumuş ve imkanı olanlar hep şehir dışına kaçmışlardı. Olimpiyata katılmayı düşünmeyenler tatillerini bu tarihlere denk getirip şehirden uzaklaştılar. Sporcular olimpiyat köyünden çıkmıyorlar, gelen heyetler ve ziyaretçiler de sadece belli alanlarda bulunuyorlardı. Hala oyunlardaki boş koltuklar dikkat çekiyor, otellerde de yer yer boşluklar var. Olimpiyat kafileleriyle çalışanlar haricinde konaklama ve ulaşım sektörü olimpiyatlardan memnun değil. Bölge esnafı, olimpiyata gelenlerden bir kazanç sağlayamamakla birlikte günlük halihazırdaki müşterileri olan Londralılar’ın da şehirden uzaklaşmasıyla işlerinin daha da düştüğünden şikayetçi. Özetle bir çok Londralı için olimpiyatlar bir hayal kırıklığı. Elbette bu işten kazanç sağlayan bir çok işletme olmuştur. Fakat bölge halkı ve esnafı için büyük bir fırsat olmadığı açık. Tabii ki olimpiyatlardan sonra ortaya çıkan sayılar bizlere daha net ifade verecek. Bu sayıların hangi şartlarda ve nasıl elde edildiği ile ilgili soru işaretleri de açıklamalarla beraber yerini alacak. Halk bu kadar hayal kırıklığından bahsederken olimpiyatların ilk haftasında Visa kartı ile İngiltere dışından gelen misafirlerin yaptıkları harcama 565 milyon Avro. Sadece Türkiye tanıtım için 300 bin sterlin harcamış. İş yine ciğerde bitiyor. Ortada kocaman bir ciğer olduğu kesin.
Zaten ekonomik sıkıntı içerisinde olan İngiltere’de olimpiyatlar süresince kalıcı olan tek şey herhalde yapılan tesis ve binalar. Olimpiyatların bitmesine yaklaşık bir hafta kaldığı şu günlerde de ortaya çıkan yeni soru olimpiyatlardan sonra bunca bina ve tesisin nasıl değerlendirileceği.
Olimpiyatlara bir hafta kala olimpiyatların güvenliğinden sorumlu şirketin yeterli eleman istihdam edememesi, Wembley Stadı’nın anahtarlarının kaybedilmesi gibi eksikliklere rağmen İngiltere, bu tesisleri olimpiyatlar sonunda iyi değerlendirirse bu sınavı başarıyla atlatmış sayılabilir. 2020 olimpiyatlarına aday olan şehirlerin iyi okuması gereken bu süreçte kritik soru: Ciğer nerede?

Bu yazı, www.eurovizyon.co.uk sitesinde 06.08.2012 tarihinde yayınlanmıştır.

Friday 24 August 2012

Afet Reklam Ajansı


Beklenmeyen olaylar kategorisi içerisinde yer alır afetler. “Beklenmeyen” kavramı kişiler, şirketler veya devletler düzeyinde “farkedilmeyen” ile birbirine girer bazen. Hem karmaşık, hem de duruma ve kuruma göre değişir, beklenmeyen. İrili ufaklı bir çok olay ileride gerçekleşecek büyük olaylar için haberci niteliği taşır. Haberciye ne kadar değer verdiğimiz, habercileri ne kadar iyi saptadığımıza göre de bizim için “beklenmeyen olaylar” kümesi küçülür veya büyür. Doğal, ekonomik, siyasi olaylarda durum hep böyledir. Atalarımızın tabiriyle “perşembenin gelişi çarşambadan belli olur.” Biz hayatımızda ve işimizde bu çarşambaları iyi tespit edersek perşembelere daha hazırlıklı oluruz. Karşımıza çıkabilecek her türlü krizi ne kadar önceden öngörebilirsek o kadar  karlı çıkarız.

Yangına Sevinilir Mi Hiç?
Sanırım ilk vereceğimiz cevap, hayır. Sevinilmez ama ya bu yangın bizim için güzel bir reklam fırsatıysa?
Bildiğiniz gibi geçenlerde Adnan Polat’a ait Polat Towers’ta yangın çıktı. İstanbul’un en büyük binalarından olan ve içinde bir çok ev ve işyerini barındıran Polat Towers’taki bu yangın medyanın gündeminde haliyle birinci sırayı aldı ve günlerce gündemde kaldı. Can kaybı olmamasının sebebi olarak yangın sisteminin erken devreye girmesi ve tabii ki “akıllı bina sistemi” gösterildi. Daily Mail'in internet sitesinde de yer almayı başaran bu haberde yangın sisteminin devreye girmesi sebebiyle bir facia yaşanmadığından bahsedildi. Gökdelen sahibinin açıklamaları bir kenara, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ve gazeteci tabiriyle İstanbul’un en yetkili ağzı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da kerametin akıllı bina sisteminde olduğunu söyledi. Can kaybı olmadığı için sevincinden olsa gerek başkan verdiği demeçte akıllı bina sistemine tabiri caizse minnetlerini iletti diyebiliriz.

Şimdi Reklamlar...
İlk bakışta yangının beklenmeyen bir olay olduğunu düşünebiliriz. Ama Polat Towers olayında bunu söylemek pek doğru olmaz. Bu binanın yapımında yangın “beklenmeyen” kümesinin dışında tutulduğu için gerekli önlemler alındı ve işe yaradı. İşte gerçek bir sınav, gerçek bir kriz, gerçek bir afet ve gerçek bir reklam. İstediğiniz kadar para harcayın böyle bir reklamı yaptıramazsınız. En yetkili ağızlar ve tüm medya kuruluşları bir yerde Polat Towers’ın reklamı için çalıştılar. Bu reklam çok kişiyi besler. Başta Polat Towers, ardından Adnan Polat’ın yeni projeleri, akıllı bina ve yangın önleyici sistemlerin üreticileri, bu sistemi kullanan tüm yapı firmaları. Bu sektöre dokunan herkes bir ilişki kurabilirse bu pastadan tadar. Polat Towers ve akıllı bina sistemi kullanan binalardaki fiyat artışını izleyebiliriz şimdi. Artık gayri menkul satışçılarından “Polat Towers’taki sistemin aynısı” cümlesini duymaya hazır olmalıyız.
Nietzsche’nin, son zamanlarda sosyal medya aforizması olmaktan öteye geçmeyen hepimizin bildiği bir sözü vardır: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir”. Doğruluğu konusunda net karar  vermenin zor olduğu bu sözün afetler ve krizler açısından ele aldığımızda doğruluk payı yüksek. Başarıyla atlatılan krizler ve afetler bizi rakiplerimize nispetle daha güçlü kılar. Çünkü aynı afet veya kriz rakiplerimizin başına gelmiş ve başarıyla atlatamamışlarsa 1-0 öne geçeriz. Eğer onların başına gelmemişse, bunu yaşamış ve atlatmış bir firma olarak yine 1-0 öne geçeriz. Çünkü kendimizi ispatlamışızdır. Bugün hepimiz Polat Towers’ın yangına karşı ne kadar güvenli olduğunu biliyoruz ve bunu en iyi öğrenme yöntemlerinden birisi olan tecrübeyle öğrendik.

Afetle Gelen Veya Giden İkili
Afet ve krizlerden başarıyla çıkan kurumların iki büyük kazancı vardır: Güven ve itibar. Zaten birbiriyle ilişkili olan bu iki arkadaş hem kurumun değerini artırır, hem de satışlarını. Tersi durumlarda da zarar gören yine güven ve itibardır. Uzun süre kriz ve afet yaşamayan kurumlar bazen yapay krizlerle ilgiyi üzerlerinde tutmaya, güven ve itibarlarını sağlamlaştırmaya çalışırlar.
Afet ve krizler kurumlar veya kişiler için önemli bir sınavdır. Hatta hayatlarının sınavıdır. Bir çok kurum bu sınavı geçemediği için iflas etmiştir. Her ne kadar kriz ve afetler oldukça nadir yaşanan durumlar olsa da, kurumları birbirinden ayrıştıran bir nevi turnusol kağıtlarıdır. Farklılaşmayı sağlayan bu sınavlar üzerine kurulan sistemler başarılı olurlar.
İster devletler düzeyinde, isterse şirketler düzeyinde düşünelim, her zaman en kötü senaryo, en ağır afet ve krize göre hazırlığımızı yapmamız gerekir. Bu bize güçlü bir altyapı sağlar. Kişinin kendisi için de durum böyledir. Dünyanın en büyük liderlerine, düşünürlerine baktığımızda hemen hepsinin büyük sıkıntılar, afetler ve krizlerden başarıyla çıkmış insanlar olduğunu görürüz.
Afet ve krizin kişisel hayattaki etkisi, güven ve itibar konuları hakkında söylecek o kadar çok şey var ki, bu kısıtlı alan bize dar gelir. Umarım bu konuları ileride sizlerle daha derinlemesine paylaşma fırsatımız olur. Biz şimdilik beklenmeyen alanımızı ön hazırlıklar, önlemler ve altyapı çalışmalarıyla daraltıp güven ve itibar çıtamızı yükseltmekle meşgul olalım.

Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 28.07.2012 tarihinde yayınlanmıştır. 

Değerin İşletme Serüveni

Değer, değişim treniyle zaman yolculuğuna işletme evreninde uzun yıllardır devam ediyor. Bu yolculuğun ilk durağı ürün ve hizmet. Sanayileşme, seri üretim, baş döndüren teknolojik gelişmeler zamanında değer, ürüne verildi. Ürün, yıldızdı. Ürün ne derse o olurdu. Bu yıllarda piyasalarda “iyi mal kendini sattırır” sözü hakimdi. Bu inanışa göre elinizde iyi bir ürün varsa satılacağı kesindi. Sonuçta uygulamada da bunu kanıtlayan birçok duruma rastlandı. O zaman gerçek kabul edilen bu durumun, belki de gerçek olmakla birlikte zamanla eksik olduğu ortaya çıkmaya başladı. Her yeniliği kabul eden, alternatifleri az olan tüketici buharlaşıyordu. Terazinin arz tarafı ağır basmış, artık talep ve talep eden tüketiciler piyasa terazisinde havalanmaya başlamıştı. Ürünün pabucu dama atılıyordu. 
Üreticiler, bu ürünleri alan tüketiciler olduğunu farketmeye başladılar. Kendi ürünlerinin tüketicilerin birçok tercihinden sadece birisi olduğu gerçeğiyle yüzyüze geldiler. Tüketicilerin alternatifleri çoğalmıştı ve beğenmediklerin rahatça burun kıvırabiliyorlardı. Artık kendini beğendirme, müşterinin gözüne girme sırası ürüne gelmişti. Böylece değer, değişim treniyle bir sonraki durak olan müşteri durağına doğru yöneldi. Artık müşterinin bir değeri vardı. Değerle birlikte ilgi de müşteriye taşınmıştı artık. Tüketiciler, üreticilerin gözünde tüketici olmaktan müşteri olmak sınıfına yükselmişlerdi. Kelime anlamıyla sadece “tüketen” anlamındaki tüketiciden “satın alan” anlamındaki müşteriye geçiş yapmışlardı. Gözler müşteriye çevrilmiş, müşteri kapma yarışı başlamıştı. Bunun için yeni teknikler, yeni argümanlar geliştirmeye başladılar. Tüketici memnuniyeti, müşteri ilişkileri yönetimi ve birçok pazarlama silahı daha aktif kullanılıyordu. Tüketici kendisine verilen bu değerin tadını çıkarıyor, üreticiyle olan bu yakınlaşmadan fayda sağlıyordu. 
Tam her şey yoluna girdi derken sistemde arıza sinyalleri çalmaya başladı. İşletmeler hem ürünü, hem de müşteriye yönelik her türlü işletme faaliyetini etkileyen bir noktanın bu tehlike sinyal sistemini çalıştırdığını farkettiler. Ürüne ve sonra müşteriye odaklanılırken ihmal edilen bu önemli nokta firma çalışanlarıydı. Tüm bu dengeyi sağlayan, hem üretim hem de müşteri ilişkilerini sağlayan ve arada önemli bir köprü görevi gören firma çalışanları sistemdeki çarkları yavaşlatmaya başlamışlardı. Tüm bu süreçte onların talepleri, ihtiyaçları ihmal edilmiş veya yeterince dinlenmemişti. 
Değer, bir sonraki durağa doğru yola koyuldu; çalışanlar. Artık işletmeler çalışanlarına daha çok değer verdiler. Hizmet içi eğitimler, sosyal imkanlar ve haklar, maddi ve manevi motivasyon araçları ve buna benzer birçok araç devreye girdi. Çalışanlara daha çok değer veriliyordu. Bunu erken farkeden şirketler, fark oluşturmaya başladılar. Bu fark, hem daha iyi ürün ve hizmet üretmelerini sağladı, hem de müşteriye dönük çalışmalarının kalitesini artırdı. Çalışanın zihnen ve bedenen rahat olmasının üretkenliği ve verimi artırdığı açıkça görüldü. Çalışanına daha çok değer veren firmalar, aynı zamanda daha kaliteli çalışanı da kendilerine çekebiliyorlardı. Bu da özellikle iş arzında kalitenin daha çok önem kazandığı piyasalarda firmalar için önemli bir koz olarak karşımıza çıktı. 
Değerin şu anda durağı çalışanlar olarak görülüyor. İşletmeyi, hatta hayatı ilgilendiren herşey gibi değer de değişimle birlikte belki bir çok duraklara gidecek. Burada önemli olan değişim trenini takip edebilmek ve “değer”e hak ettiği değeri verebilmek. Değerin gezdiği bir önceki durakları da ihmal etmemek gerekir. Çalışan memnuniyeti, müşteriye ve ürüne dönük yatırımlarla birleştirildiğinde asıl anlamını kazanmaktadır. 
Peki tüm bunlar sadece büyük şirketler için mi geçerlidir? Cevap, kesinlikle hayır. Değer durakları ürün, müşteri ve çalışan; irili ufaklı ve hangi sektörden olursa olsun her işletme için geçerlidir. Tek çalışanı olan yerlerde de çalışanın memnuniyeti, müşterinin memnuniyeti ve ürün ve hizmetin kalitesi işletmenin karlılığını önemli ölçüde artırır. Hepimiz bu maddeleri bir kez daha kendi iş hayatımızda gözden geçirmeli ve uygulamaya başlamalıyız. Eminim faydasını yakın zamanda görürüz. 
Kahramanımız değeri insanlara sunmak için ticari anlamda düşünmeye gerek yok. Kişisel ilişkilerimizde de insanlara verdiğimiz değer nispetinde karşılığını alırız. Bakalım zaman yolculuğundaki bu değişim treni daha bize hangi yolcuları getirecek. İnsanlara değer verdiğimiz sürece hem özel, hem de iş hayatımızda kazanan hep biz olacağız. 
Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 19.07.2012 tarihinde yayınlanmıştır