Monday 12 November 2012

Çin Fırtınası ve Devlerin Aşkı

Dünyanın en dikkat çekici ekonomisi olan Çin, hepimizin bildiği gibi bir süredir uyanışta. Uyuyan devin uyanması dünya ekonomisini etkiliyor. Çin’de her şehir ayrı bir sektörün merkezi olma yolunda ilerliyor. Dünyada herhangi bir yerde görüp bir örneğini gösterdiğinizde daha ucuza yaptıramayacağınız bir ürün yok gibi. Aslında tarih bu tür bir ekonomik atağı ilk kez yaşamıyor. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı bu konuda Japonya için bir devrim. Trajik bir başlangıcın ardından Japonya kalitesiz ve taklit ürünlerle üretime odaklandı. Bir süre sonra kendi markaları ve “Japon malı” algısını üst düzeye çıkardı. Bugün Çin’in yapmak istediği şey de bu; yine taklit. Sanırım birinci evre tamamlanmak üzere.

Telekominikasyonun Çincesi
Hemen her sektörde adından söz ettiren Çin, sektöre göre farklı yatırımlar yapma yoluna gidiyor. Özel sektöre destek olmanın yanı sıra özellikle büyük paralar gerektiren teknoloji alanlarında devlet kendisi de firmalar kuruyor. Telekom, otomotiv ve beyaz eşya sektörlerinde firmalar kurup maddi destek sağlayarak piyasaya giriş yapmalarına ön ayak oldu. Otomotiv ve beyaz eşya sektörü henüz telekom kadar başarılı olamadı. Dünya ekonomisinde payı oldukça büyük olan ve devler ligi olarak bilinen telekominikasyon sektörüne de bugün Türkiye’de bir çok telekom  operatörü ve büyük şirketin de altyapısını yapan Huawei ve ZTE ile girdi. Çok değil, bundan on yıl önce başlayan bu serüven dünyada bu alandaki dengeleri alt üst etti. Devlet desteğiyle elde ettikleri yüklü nakitlerle bu firmalar dünya piyasasına hızlı bir giriş yaptılar. Güçlü nakit ve ucuz iş gücü avantajıyla fiyat rekabetine girdiler. On yıllık bu süreçte piyasada hakim oluncaya kadar en ucuz fiyat politikasıyla fiyat kırmaya devam ettiler. Piyasada hakim olunca karlılıklarını artırmaya başladılar. Tüm rekabet tarzları arasında bilinir ki fiyat rekabeti en acımasız olanıdır. Bu alana girenlerin kaybedecekleri ve kaybettirecekleri çok şey vardır. Bu yüzden ancak çok güçlüler dayanabilir.

Devlerin Aşkı
Çin’den gelen bu güçlü fırtınadan etkilenmemek için Batılı firmalar birbirlerine sarılarak hayatta kalma yoluna gittiler. Bu sarılmayla doğan aşk, firma evlilikleriyle neticelendi. Amerika’nın gururu Motorola ve Kanadalı Nortel sarılacak kimseyi bulamayınca batmak zorunda kaldılar. Fin devi Nokia, Alman Siemens’le evlendi; Alcatel de Lucent’le. Bu evlilikler de Çin fırtınasının önüne geçmeye yetmedi. Şu günlerde bu firmalar da sıkıntı yaşıyorlar. Telekom sektöründe Çin fırtınasının önünde ayakta kalabilen tek firma Ericsson oldu. Ancak son zamanlarda Ericsson`un da kar paylarında düşüşler görülmeye başlandı.   

Uzun ömürlü ve bol sıfırlı anlaşmalarla hayatını sürdüren bu şirketlerde bir yerden sonra anlaşma yapmak, para kazanmanın önüne geçmeye başlıyor. Bunun en büyük örneği Enron. Bugün ismi anılmasa da bir zamanlar dünyanın en büyük enerji şirketi olan Enron, diğer etkilerle birlikte anlaşma egosu hastalığı yüzünden tarihe karıştı. Piyasayı kaptırmak istemeyen koca koca şirketler cüz’i karlılıklarla anlaşma yapmaya ve mevcut anlaşmaları devam ettirmeye çalışıyorlar. Anlaşma egosu ve müşteri kaçırma fobisi karlılığı unutturup hayatta kalabilme ve itibarı kaybetmeme uğruna bir girdaba doğru sürükleniyorlar.

 “Tüm bunlardan bize ne?” demeyelim. Çin fırtınası hepimizi etkiliyor. Her alanda böyle ucuz maliyetli ürünlerle rekabet halinde olduğumuzu unutmayalım. Bir de bu devler bana şunu öğretti: Yeri geldiğinde küçülmek, birleşmek, ayrılmak, bunların hepsi bir seçenek olarak çekmecemizde durmalı. Firma ve kişisel egolarımıza kendimizi kaptırmamalıyız.

İşletme fakülteleri ve yüksek lisans programlarında başarı ve başarısızlıklarıyla vaka analizi olarak öğrencilerin karşısına çıkacak bu şirketleri ve sektörü izlemeye devam ediyoruz. Bakalım neler olacak?

Not ve Ekleme:
Yazı yayınlandıktan sonra Türkiye'de 10 yılını dolduran Huawei'nin en büyük ikinci AR-GE merkezini Türkiye'de yapmayı planladığını, ürün geliştirme operasyonlarını İstanbul'a taşıyacaklarını ve Türkiye'nin orta Asya operasyonları merkezi olacağını da öğrendik. Hadi bakalım.

Bu yazı 5 Kasım 2012 tarihinde www.eurovizyon.co.uk internet sitesinde yayınlanmıştır.

Monday 17 September 2012

Yeni Iphone, Yeni Steve Jobs


Bazı firmalar, markalar, logolar sahipleriyle özdeşleşir. Bazılarınınsa sahibi hakkında en ufak bir fikrimiz yoktur. Bir çoğumuz Mercedes’in kime ait olduğunu bilmezken, Apple ve Microsoft’un sahibini hepimiz tanırız. Sektör, popülerite gibi bir çok duruma göre bu bilinirlik ve özdeşleşme değişir. Marka ile markanın sahibi arasındaki en büyük özdeşleşme belki de Apple’da var. O kadar ki Steve Jobs’un ölümünden sonra bile devam ediyor.

Tekrar Hoşgeldin Steve
Wall Street Journal’dan James Hookway’in yalancısıyım. Apple’da yazılım mühendisi olarak çalışan Tony Tseung, Steve Jobs’un ölümünden sonra Tayland’da bir budist gruba eposta gönderip eski patronunun akibetini soruyor. Diğer tarafta işlemler yeni bittiğinden mi, Jobs’a yeni ulaşabildiklerinden mi bilmiyorum ama Tony’nin epostasına cevap Ağustos ayında geliyor. Gelen cevaba göre Jobs, Apple’ın Kaliforniya’da bulunan genel merkez binasındaki eski ofisinin üstünde camdan mistik bir sarayda savaşçı bir filozof olarak reenkarne olmuş durumda yaşıyor. Bize bu müjdeli haberi veren Bangkok’un kuzeyindeki Dhammakaya Tapınağı’nın başrahibi Phra Chaibul Dhammajayo. Rahibe göre Jobs bilim ve sanatla donatılmış bir şekilde yeniden doğdu ve zamanının çoğunu bir Apple mağazasını andıran cam sarayında geçiriyor. Orada yalnız da değil. Yanında Iphone ve Apple’in diğer ürünlerini dünyadakiler için geliştiren yirmi tane de dahi hizmetkarı var. Jobs herhangi bir müziği dinlemek istediğinde otomatik olarak o müzik çalmaya başlıyor ve acıktığında hemen yardımcılarından birisi ona lezzetli bir yemek getiriyor. 35-40 yaşlarında, saçlı ve dünyadaki halinden daha yakışıklı. Sürprizler bununla da bitmiyor. Phra Chaibul’a göre Jobs’un daha önce de başka hayatları vardı. Önceki hayatlarında kendisini geliştirecek bir çok işten sonra bizim bildiğimiz iPhone’u yaptı.

Jobs’un reenkarnasyon macerası çok da kolay olmadı aslında. Bu reenkarnasyonu hızlandırmak için Malezya’da bir grup Jobs hayranı bundan bir kaç ay önce tropikal bir adada toplandılar. Reenkarnasyon sürecini hızlandıracağı inancıyla hepsi ellerindeki elmalardan birer ısırık alıp denize attılar. Burada, elma ısırmaları Apple’ın ismi ve logosu olmasından mı kaynaklanıyor yoksa reenkarnasyonla ilgili başka bir etkisi mi var bilemiyorum. Eğer tamamen markaya bağlıysa Microsoft’un sahibi Bill Gates hayranlarının vay haline. Jobs kadar hayranı olmasa da kendine göre çevresi olan, hali vakti yerinde bir insan neticede. Acaba o ölmüş olsa benzer bir durumda hayranları neyi ısırıp denize atacaklar. Microsoft’un isminde de, logosunda da somut bir nesne yok. Belki de hayranlar bu yüzden şimdiden küçük ve yumuşak bir nesne arayışına geçmişlerdir.
Bu arada Tayland’daki tüm budistler ve yetkililerin buna inandığını söyleyemeyiz. Bir grup budist ve budist rahipleri Dhammajayo’yu kendi inancını yaymak ve para toplayabilmek için böyle bir iddiayı ortaya atmakla suçluyor.

Ne Güzel Zamanlama
İşin inanç boyutu bir yana, tüm bunların yeni bir iphone, üstelik de Steve Jobs’suz ilk iphone’un piyasaya sürülmesinden hemen önce çıkması çok ilginç bir rastlantı. Üstelik Jobs’un önceki hayatlarında kendisini geliştirip sonunda iphone’u yaptığı iddialarıyla birlikte. İnsanın aklına kötü kötü şeyler gelmiyor değil. Sonuçta iphone ve Apple’ın adı hep Steve Jobs ile anıldı. Iphone ilk kez Jobs’suz piyasaya çıkacak. Şirketiyle, markasıyla bu kadar özdeşleşen bir girişimci ve yönetici az bulunur. Bugün yenilik ve teknoloji deyince akla ilk gelen markalardan birisinin sahibiydi Jobs. Sanırım bir çoğumuz bir kaç teknoloji firması haricinde bir çok dünya firmasının sahibini veya üst düzey yöneticisini tanımayız. Ama Jobs’un ayrı bir yeri vardı. Jobs markasını yaşatmak için mi, Jobs hayranlarına yeni iphone’da onun parmakları olduğunu anlatmak için mi bilmiyorum ama, etik olup olmadığı tartışılmakla birlikte ilginç ve başarılı bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuz ortada.
Bir markanın gücünü ve tüketiciyi nasıl bağladığını göstermek için çok güzel bir örnek Apple. Firma sahibinin o markayla ne kadar özdeşleştiğini göstermek için de. Aslında biz bunun benzerlerini küçük işletmelerde çok görürüz. Bakkal, terzi gibi küçük işletmeler sahibine göre değerlendirilir tüketici tarafından. Ali bakkal çok iyi, Mehmet terzi çok dürüst, Hasan usta çok maharetlidir. Bu onların ticaretlerini etkileyen belki de en önemli unsurlardan bir tanesidir. Sanırım hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken nokta şu; ismimiz bizim markamız, yüzümüz ve bedenimizse logomuz. Bu ikisi hafızalara hangi duygular ve yargılarla kazınmışsa yaptığımız her işte bunun etkisini görürüz. 

Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 12 Eylül 2012'de yayınlanmıştır.

Friday 14 September 2012

Ebay'in Yeni Logosu Pazarlama Camiasına Hayırlı Olsun

Bugün pazarlama dünyası e-bay'in yeni logosunu konuşuyor. Yeni logoda renkler aynı, yazılar biraz daha ince ve tek satır şeklinde, düzenli yazılmış. 17 yıllık logoyu değiştirmek kolay bir karar değil. Eminim bunun için bir çok araştırma da yapılmıştır. Yorumlar logonun artık daha ciddi olduğu şeklinde genelde. Sanırım artık o uçarı çocuk yerini daha ciddi, kurumsal ve büyük bir yapı imajına bırakıyor.

Özellikle halka açık şirketlerde müşterinin bakış açısıyla birlikte hissedar ve hisse senedi analistlerine verilen imaj da önem taşıyor. Belki hissedarlar bu şekilde bir şirketi daha güvenli bulacaktır

ebay'in eski logosu
Logo değişikliğinin bir de estetik anlayışıyla ilgisi var. Estetik konusunda Türkiye'de önemli çalışmalar yapanlardan birisi A. Selim Tuncer  (@selimtuncer) ve Prof. Dr. İsmail Kaya (@pazarlamabitane). Onların yorumlarını henüz görmedim ve merakla bekliyorum. Yunus Emre Yıldırım (@marketorous) logonun incelmesine dikkat çekmiş. Estetiğin incelikle özdeşleşmeye başladığı bir dönemdeyiz. Daha ince telefon, daha ince kadın ve bir çok şeyin daha incesi makbul artık.

E-bay'in logo değişikliğinde bu estetik ve incelik anlayışının da etkisi olamaz mı?

ebay'in yeni logosu

Saturday 1 September 2012

Zeka Geliştiren Satışçılar


Bu dünyada hepimiz bir şekilde satışçıyız. Hepimizin bir ürün veya hizmeti var ve onu satmaya çalışıyoruz. Satılan ürünün, hizmetin veya karşılığının illa ki ticari bir meta, para veya ekonomik bir değer olması da gerekmiyor satışçı olmak için. Bilgi, fikir, sevgi, bunların hepsi bir şekilde satılıyor.

İnsan beyni zorlandıkça ve kullanıldıkça daha da açılıyor ve pratik hale geliyor. “Türk işi” dediğimiz bir çok hareket aslında bir sıkıntı karşısında çözüm aramaktan kaynaklanan pratik zeka ürünleri. Herhangi bir engel yoksa, o engeli aşmak için çözüm üretmeye de gerek kalmıyor. Bu yüzden bilim ve sanat, genelde sıkıntılı ortamlarda, engelleri aşmak için ortaya çıkıyor.

Bir ürün veya hizmet almak için yaptığımız her görüşmede ilk önce biraz gerginlik hissediyoruz. Bizlere verilecek bilginin doğruluğu hakkındaki şüphelerimiz bizi bir dedektif gibi her bir ayrıntının üzerine gitmeye zorluyor. Bu yüzden de bir dedektif şüpheciliğini üzerimizden atamıyoruz. Daha önceki tecrübeler, eş dost deneyimleri, hepsi bizde satışçılara karşı bir önyargı, belki de artık bir yargı, oluşturuyor. Satışçının her bir hamlesine karşı, sanki satranç oynar gibi, biz de bir hamle geliştiriyoruz. Satışçı malını öven bir cümle kuruyor, biz hemen oradan bir açıklama istiyoruz. Çünkü malesef bir çok satışçı kelimelerin esnekliğinden ve anlam genişliğinden yararlanma konusunda ileri derecede bir dil uzmanı olmuş. Müşteri de sürekli kendisini yeni sorularla garanti altına almak istiyor, gardını hiç indirmiyor.

Satışçı dikkatimizi çekecek, bize fayda sağlayacak unsurları ön plana çıkartıyor: “%70 indirim!”. Doğru, ama mağazadaki yüzlerce çeşit ürünün sadece üçünde geçerli. “Şu kadardan başlayan fiyatlarla”. Doğru, o kadardan başlıyor ama o üründen bir tane kaldı, o da vitrindeki mankenin üzerinde. Alıcı her seferinde bünyesine bu taktiklerden birisini ekliyor. İkinci kez bu taktiğe karşı bağışıklık kazanmış oluyor.

Hepimiz bir satışçıyız demiştik ya! Her ne satıyorsak satalım; bilgi, fikir, ürün, hizmet, sevgi ve daha bir çok şey. İster öğretmen olalım ders anlatan, ister bir ürün satışçısı, isterse de ilan-ı aşk eden bir sevgili. İnandırıcılık özelliğimizi kaybetmememiz, karşımızdaki alıcıyı rahat hissettirmemiz için mesajı oldukça net, sade ve güvenilir bir şekilde vermemiz gerekir. Tabii, alıcı bize gelmeden önce bizimle ilgili çeşitli kaynaklardan bilgi edinmiş olacaktır. Daha önce iletişimde olduğumuz bu alıcılara ne kadar güven vermiş ve ne kadar dürüst olabilmişsek, net ve sade bilgiyi iletebilmişsek, karşımızdaki alıcı kendisini o kadar rahat hissedecektir. Kişisel ve iş hayatımızda girdiğimiz her iletişimin bizim için oluşturulan yargılar binasında bir tuğla olduğunu unutmamamız gerek.

Sevgili Satışcılar,
İnsanların zekasını geliştirmeye yardımcı olmanız güzel. Fakat bunun için farklı çalışmalar yapsanız da size gelen insanlar ne dediğinizi net bir şekilde anlasa fena olmaz mı? Eğer daha az cümle ile daha çok satış yapmak istiyorsanız karmaşık mesajlar ve altyazılar yerine net, doğru ve sade bilgiyi tercih edin.
İyi satışlar...

Bu yazı 31 Ağustos 2012 tarihinde www.eurovizyon.co.uk internet sitesinde yayınlanmıştır.

Saturday 25 August 2012

İstanbul 2020


Kulağa hoş geliyor değil mi? Peki gerçekleşecek mi? Bu hayalin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini tahmin etmekten veya bunun için çaba sarfetmekten önce Türkiye’nin bu organizasyon için gerekli altyapı ve hazırlığını sorgulamamız daha doğru olur. Aslında hepsinden önce cevaplamamız gereken, “Türkiye bu organizasyonu yapmalı mıdır, yaparsa kazançlı çıkar mı?” sorusudur zannımca.

İslam ve Olimpiyat
Türkiye’nin bir Müslüman ülke olması sebebiyle öncelikle İslam ve olimpiyat ilişkisinin incelenmesinde fayda var. Doğum yeri Yunanistan olarak bilinen olimpiyatlar, Yunan kültürü ile birlikte pagan ve çok tanrılı bir kültürden beslenir.  Olimpiyatlardaki kullanılan bazı figürlerde de bu kültürün izleri görülebilir. Bu da tek tanrılı ve muhafazakar bir yapıya sahip İslam Kültürü açısından olimpiyatların kabullenilmesini zorlaştırmaktadır. İslam Dünyası da Islamic Solidarity Games (İslam Birliği Oyunları) ve benzeri spor organizasyonları ile alternatif geliştirmektedir. Bununla birlikte olimpiyatlar ve olimpiyat komitesi ile İslam dünyası arasında yakınlaşma da hızla artıyor. Londra 2012 bu noktada önemli bir kırılma noktası oldu. BBC’nin internet sitesinde bile olimpiyatlarla ilgili karşınıza çıkan ilk fotoğrafın bir İslam ülkesinin bayrağı olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Londra 2012’de Tunuslu bayan halterci Ghada Hassine, ilk kez tayt ve başörtüsüyle podyuma çıkarak olimpiyatlar tarihine geçti. Suudi Arabistan bu seneki olimpiyatlarda ilk kez bir bayan atletle katıldı. İslam dünyasının olimpiyatlara ısınma süreci hızla ilerliyor. Bu ısınmada sıçrama taşı olması için tek bir adım kaldı:

Bir Müslüman Ev Sahibi
Bu konuda çalışma yapan Kasim Renderee çalışmasında aday olabilecek on şehir belirlemiş: Doha, Kuveyt, Dubai, Kahire, Rabat, Tunus, Almatı, Kuala Lumpur, Bakü ve İstanbul. Bunların arasında favori olaraksa İstanbul’u tespit etmiş. Fakat en büyük engel olarak terörü göstermiş. Bu engel olimpiyatla ilgili her platformda Türkiye’nin önüne malesef çıkıyor. Bu konuda daha önce acı tecrübeler yaşayan olimpiyat komitesi artık daha sağlamcı çalışıyor. Times’a göre ise Türkiye’deki en büyük sıkıntı trafik ve halkın futboldan başka branşlara olan ilgisizliği. Trafiği bilmem ama olimpiyatlara ev sahibi olursa hemen her branşa bir ilginin oluşturulabileceğini düşünüyoum. Olimpiyatların uluslar arasılık ve kucaklayıcılık özelliğini, hep bahsedilen olimpiyat ruhunu diri tutmak için bir müslüman ülkede yapılması gereklidir.

İstanbul’da Olmalı Mı?
Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin olimpiyatlara talip ülkeler için koyduğu kriterler vardır: Devlet desteği, altyapı, spor sahaları, iyi planlanmış Olimpiyat köyü, çevresel şartlar ve etkiler, konaklama, ulaşım planı, güvenlik, geçmiş organizasyon tecrübeleri, finans, projenin genel sağlamlığı. Bu kriterleri yerine getirebileceğimizi düşünüyorsak “İstanbul olimpiyatları alabilir mi?” sorusunun cevabını hemen hemen vermiş oluruz. Fakat “almalı mı?” sorusunun cevabının vermek için bu kriterler yeterli olmaz. Çünkü olimpiyat komitesi organizasyonun güzelliğine bakar, ülke için getirisine değil. Bizler ilk önce fayda sağlayabileceğimize ve bunun için gerekli çalışmaları yapabileceğimize inanmalıyız. İşte bunun için ülkeler olimpiyatlara ev sahipliği yaparken belli amaçları vardır: Bunların başlıcaları olarak şehri yeniden markalandırmak, mevcut marka değeri ve/veya bilinirliğini artırmak, şehrin mimari yapılaşması ve yatırım alanları üzerinde köklü değişiklikler yapmak, ileriye dönük turizm yatırımı yapmak sayılabilir. Örneğin Londra hem yeniden markalama, hem de ileriye dönük turizm gelirini artırmayı hedeflemektedir ve bununla ilgili hedeflerinin somut rakamlarını dahi belirlemiştir. Bunlar planlanmazsa Yunanistan’da olduğu gibi spor kompleksleri ve stadyumlarda oyunlar sonrasında otlar çıkmaya başlar. Oluşan borçları ödemek için yıllarımızı vermek zorunda kalırız. Bu yüzden sonucunu iyi hesaplamamızda fayda var.

Tarihten bir ders: Kleopatra Sütunları
Tarihte bizim için hep bir ders vardır. 1801 yılında Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, eski Mısır’dan kalan harabeleri İngiliz ve Fransız üst düzey iki askerle birlikte gezerken Kleopatra Sütunları olarak bilinen kadim yekpare iki sütundan birisini İngiltere’ye, birisini de Fransa’ya hediye etmiştir. Osmanlı’dan bu denli pahalı ve önemli bir hediye almanın heyecanını yaşayan Fransız ve İngilizler, her biri 250 ton ağırlığındaki hediyelerini ülkelerine götürmek için çalışmalara başladılar. Sonuçta İngiltere sütunu taşıyamamakla birlikte yapılan harcamalarla ekonomisini büyük zarara uğratmıştır. Fransa’nınsa sütunu taşıması dört yılını almıştır ve yedi sene boyunca bütçe bu yüzden açık vermiştir.

Pazarlamasız olmaz
Ülkeler için olimpiyat, sadece bir spor organizasyonundan ibaret değildir. Ülkemizde hala değeri anlaşılamamış olan şehir ve ülke pazarlamasını bu organizasyonda projenin ortasına koyup organizasyon buna şekillendirilmelidir. Yoksa Amerikan filmlerinde evde verilmiş muhteşem bir partinin arkasından misafirleri uğurladıktan sonra dönüp evin haline bakan ev sahiplerinin pişmanlığını yaşayabiliriz. Bu pişmanlığı yaşamamak ve karşılığı alınamamış bir olimpiyat uğruna elimizde “Kleopatra Sütunu’yla” kalmamak için her açıdan iyi hazırlanmalıyız.

Not: Yazıda kısmen Kasim Randeree’nin International Journal of Islamic and Middle Eastern Finance and Management dergisinde yayınlanan Islam and the Olympics: seeking a host city in the Muslim World isimli makalesinden faydalanılmıştır.
Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 16.08.2012 tarihinde yayınlanmıştır.

Londra’da Bir Olimpiyat Hikayesi


Olimpiyatların devam ettiği şu dönemde olimpiyattan bahsetmek bir moda. Olimpiyatla ilgili yazmak, söylemek, sosyal ağlarda mesaj vermek, dört yılda bir yaşanan dönemsel bir moda olarak karşımıza çıkıyor. Başka zaman adını hatırlayamadığımız spor dallarını izliyor, tahminlerde bulunuyor, üstelik yorup yapıp tartışıyoruz. Dahası o spor dalının geleceği hakkında fikir beyan ediyoruz. Henüz ülkemizin madalya alamamış olması da bir çok hazır pişmiş yorumları önümüze süren insanlar için de fırsat doğuruyor. Bu tespitleri olimpiyatlar başlamadan yapıp, şu anki durumu tahmin etme yeterliliği ve cesareti olmayanlar için gün doğdu.

Olimpiyatlar Nasıl Gidiyor?
2012 olimpiyatlarının Londra’da yapılacağı kesinleştiğinden beri bu konu halk arasında önem kazanıyor ve devamında akla yeni yeni sorular getiriyor. Halkın aklına ilk önce “olimpiyatlardan nasıl bir kazanç sağlayabilirim?” sorusu geldi. Kimileri olimpiyatlar için yeni yatırımlar yaptı, projeler geliştirdi, yeni alanlara girdi. Kimileri kendi sektörlerinde gelişim ve arayış içerisine girdiler. Kimisi de sadece bekledi. Olimpiyatlar için şehre yatırımlar yapılmaya başlandı. Sonra Londralılar bir başka soru sordular: “Tüm bu yapılan binalar ne?”. Bu merak içerisinde dev ve ilginç yapılar büyümeye devam etti. Olimpiyat köyü inşası için özellikle son beş-on yıldır bilinçli bir şekilde geliştirilmeye çalışılan Doğu Londra bölgesi tercih edildi. Böylece hem bir köy inşa edilecek, hem de kalıcı bir yenilenme olacaktı. İnşa sürecinde ve oyunlar boyunca değerlendirilmek üzere, özellikle yakın bölge halkından, geçici eleman alımına başlandı. Bu da bölgedeki işsizliği geçici olarak da olsa azaltmak, olimpiyatların sahiplenilmesini artırmak açısından önemli bir adımdı. “Olimpiyatlarda biz de bir iş bulabilir miyiz?” sorusu ortaya çıktı bu süreçte. Buraya kadar herşey normale yakın gidiyordu.

Hayale / Kabusa Yaklaşıyoruz...
Olimpiyatlara yakın Londralılar yolların üzerinde olimpiyat işaretiyle kapatılmış şeritler görmeye başladılar. Zaten trafikten dertli olan Londralılar için bu işaretler yeni bir kabusun habercisiydi. “Olimpiyat şeridi” adı verildi bu yollara ve bu şeridi kullananlara ağır para ve puan cezaları olacağı her yerde ilan edildi.  Bu şeritler örümcek gibi şehrin birçok kısmını kaplamaya başladı. Radyolar ve televizyonlar Londralılara olimpiyat süresince Londra’nın çok kalabalık olacağını, mümkünse araba kullanmamalarını, hatta en güzelinin özellikle yoğun saatlerde evlerinden çıkmamaları olacağını söylemeye başladılar. Sanki bir kasırga gelecekti ve radyolar bunun için tüm şehri uyarıyorlardı. Bu durum kimi insanda bir heyecan, macera ve ticari kazanç beklentisi doğururken, kimilerinde de bir tedirginlik ve gerginlik oluşturmaya başladı.
Olimpiyatların en özel ve beklenen kısmı açılış seramonisine sıra geldi. Bu görkemli açılış töreni sırasında şehrin her tarafında dev ekranlar eşliğinde sokak partileri devam etti. Ertesi gün olimpiyatların ilk günüydü ve Londralılar şimdiden sanki her biri bir altın madalya garantilemiş gibi seviniyorlardı. İnsanlarda olimpiyatlarla ilgili garip bir merak ve heyecan vardı.

Yeni Sorular
Heyecanla beklenen olimpiyatlar geldi ve sorulara yeni bir tanesi daha eklendi: “Eeee?”. Kısa ama çok şey ifade eden bu soru bir şaşkınlık ve hayal kırıklığının ifadesi ortada dolaşıyordu. Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki gibi herkes ciğeri arıyordu. Olimpiyat köyü etrafı kilometrelerce öteden kapatılmış, bir çok ana ve ara yollar kapatılmış, olimpiyatlara gelen insanların uğrama ihtimalinin çok düşük olduğu sokak aralarında bile park yasağı saatleri fazlalaştırılmış, Londralılar Londra’dan soğumuş ve imkanı olanlar hep şehir dışına kaçmışlardı. Olimpiyata katılmayı düşünmeyenler tatillerini bu tarihlere denk getirip şehirden uzaklaştılar. Sporcular olimpiyat köyünden çıkmıyorlar, gelen heyetler ve ziyaretçiler de sadece belli alanlarda bulunuyorlardı. Hala oyunlardaki boş koltuklar dikkat çekiyor, otellerde de yer yer boşluklar var. Olimpiyat kafileleriyle çalışanlar haricinde konaklama ve ulaşım sektörü olimpiyatlardan memnun değil. Bölge esnafı, olimpiyata gelenlerden bir kazanç sağlayamamakla birlikte günlük halihazırdaki müşterileri olan Londralılar’ın da şehirden uzaklaşmasıyla işlerinin daha da düştüğünden şikayetçi. Özetle bir çok Londralı için olimpiyatlar bir hayal kırıklığı. Elbette bu işten kazanç sağlayan bir çok işletme olmuştur. Fakat bölge halkı ve esnafı için büyük bir fırsat olmadığı açık. Tabii ki olimpiyatlardan sonra ortaya çıkan sayılar bizlere daha net ifade verecek. Bu sayıların hangi şartlarda ve nasıl elde edildiği ile ilgili soru işaretleri de açıklamalarla beraber yerini alacak. Halk bu kadar hayal kırıklığından bahsederken olimpiyatların ilk haftasında Visa kartı ile İngiltere dışından gelen misafirlerin yaptıkları harcama 565 milyon Avro. Sadece Türkiye tanıtım için 300 bin sterlin harcamış. İş yine ciğerde bitiyor. Ortada kocaman bir ciğer olduğu kesin.
Zaten ekonomik sıkıntı içerisinde olan İngiltere’de olimpiyatlar süresince kalıcı olan tek şey herhalde yapılan tesis ve binalar. Olimpiyatların bitmesine yaklaşık bir hafta kaldığı şu günlerde de ortaya çıkan yeni soru olimpiyatlardan sonra bunca bina ve tesisin nasıl değerlendirileceği.
Olimpiyatlara bir hafta kala olimpiyatların güvenliğinden sorumlu şirketin yeterli eleman istihdam edememesi, Wembley Stadı’nın anahtarlarının kaybedilmesi gibi eksikliklere rağmen İngiltere, bu tesisleri olimpiyatlar sonunda iyi değerlendirirse bu sınavı başarıyla atlatmış sayılabilir. 2020 olimpiyatlarına aday olan şehirlerin iyi okuması gereken bu süreçte kritik soru: Ciğer nerede?

Bu yazı, www.eurovizyon.co.uk sitesinde 06.08.2012 tarihinde yayınlanmıştır.

Friday 24 August 2012

Afet Reklam Ajansı


Beklenmeyen olaylar kategorisi içerisinde yer alır afetler. “Beklenmeyen” kavramı kişiler, şirketler veya devletler düzeyinde “farkedilmeyen” ile birbirine girer bazen. Hem karmaşık, hem de duruma ve kuruma göre değişir, beklenmeyen. İrili ufaklı bir çok olay ileride gerçekleşecek büyük olaylar için haberci niteliği taşır. Haberciye ne kadar değer verdiğimiz, habercileri ne kadar iyi saptadığımıza göre de bizim için “beklenmeyen olaylar” kümesi küçülür veya büyür. Doğal, ekonomik, siyasi olaylarda durum hep böyledir. Atalarımızın tabiriyle “perşembenin gelişi çarşambadan belli olur.” Biz hayatımızda ve işimizde bu çarşambaları iyi tespit edersek perşembelere daha hazırlıklı oluruz. Karşımıza çıkabilecek her türlü krizi ne kadar önceden öngörebilirsek o kadar  karlı çıkarız.

Yangına Sevinilir Mi Hiç?
Sanırım ilk vereceğimiz cevap, hayır. Sevinilmez ama ya bu yangın bizim için güzel bir reklam fırsatıysa?
Bildiğiniz gibi geçenlerde Adnan Polat’a ait Polat Towers’ta yangın çıktı. İstanbul’un en büyük binalarından olan ve içinde bir çok ev ve işyerini barındıran Polat Towers’taki bu yangın medyanın gündeminde haliyle birinci sırayı aldı ve günlerce gündemde kaldı. Can kaybı olmamasının sebebi olarak yangın sisteminin erken devreye girmesi ve tabii ki “akıllı bina sistemi” gösterildi. Daily Mail'in internet sitesinde de yer almayı başaran bu haberde yangın sisteminin devreye girmesi sebebiyle bir facia yaşanmadığından bahsedildi. Gökdelen sahibinin açıklamaları bir kenara, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ve gazeteci tabiriyle İstanbul’un en yetkili ağzı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da kerametin akıllı bina sisteminde olduğunu söyledi. Can kaybı olmadığı için sevincinden olsa gerek başkan verdiği demeçte akıllı bina sistemine tabiri caizse minnetlerini iletti diyebiliriz.

Şimdi Reklamlar...
İlk bakışta yangının beklenmeyen bir olay olduğunu düşünebiliriz. Ama Polat Towers olayında bunu söylemek pek doğru olmaz. Bu binanın yapımında yangın “beklenmeyen” kümesinin dışında tutulduğu için gerekli önlemler alındı ve işe yaradı. İşte gerçek bir sınav, gerçek bir kriz, gerçek bir afet ve gerçek bir reklam. İstediğiniz kadar para harcayın böyle bir reklamı yaptıramazsınız. En yetkili ağızlar ve tüm medya kuruluşları bir yerde Polat Towers’ın reklamı için çalıştılar. Bu reklam çok kişiyi besler. Başta Polat Towers, ardından Adnan Polat’ın yeni projeleri, akıllı bina ve yangın önleyici sistemlerin üreticileri, bu sistemi kullanan tüm yapı firmaları. Bu sektöre dokunan herkes bir ilişki kurabilirse bu pastadan tadar. Polat Towers ve akıllı bina sistemi kullanan binalardaki fiyat artışını izleyebiliriz şimdi. Artık gayri menkul satışçılarından “Polat Towers’taki sistemin aynısı” cümlesini duymaya hazır olmalıyız.
Nietzsche’nin, son zamanlarda sosyal medya aforizması olmaktan öteye geçmeyen hepimizin bildiği bir sözü vardır: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir”. Doğruluğu konusunda net karar  vermenin zor olduğu bu sözün afetler ve krizler açısından ele aldığımızda doğruluk payı yüksek. Başarıyla atlatılan krizler ve afetler bizi rakiplerimize nispetle daha güçlü kılar. Çünkü aynı afet veya kriz rakiplerimizin başına gelmiş ve başarıyla atlatamamışlarsa 1-0 öne geçeriz. Eğer onların başına gelmemişse, bunu yaşamış ve atlatmış bir firma olarak yine 1-0 öne geçeriz. Çünkü kendimizi ispatlamışızdır. Bugün hepimiz Polat Towers’ın yangına karşı ne kadar güvenli olduğunu biliyoruz ve bunu en iyi öğrenme yöntemlerinden birisi olan tecrübeyle öğrendik.

Afetle Gelen Veya Giden İkili
Afet ve krizlerden başarıyla çıkan kurumların iki büyük kazancı vardır: Güven ve itibar. Zaten birbiriyle ilişkili olan bu iki arkadaş hem kurumun değerini artırır, hem de satışlarını. Tersi durumlarda da zarar gören yine güven ve itibardır. Uzun süre kriz ve afet yaşamayan kurumlar bazen yapay krizlerle ilgiyi üzerlerinde tutmaya, güven ve itibarlarını sağlamlaştırmaya çalışırlar.
Afet ve krizler kurumlar veya kişiler için önemli bir sınavdır. Hatta hayatlarının sınavıdır. Bir çok kurum bu sınavı geçemediği için iflas etmiştir. Her ne kadar kriz ve afetler oldukça nadir yaşanan durumlar olsa da, kurumları birbirinden ayrıştıran bir nevi turnusol kağıtlarıdır. Farklılaşmayı sağlayan bu sınavlar üzerine kurulan sistemler başarılı olurlar.
İster devletler düzeyinde, isterse şirketler düzeyinde düşünelim, her zaman en kötü senaryo, en ağır afet ve krize göre hazırlığımızı yapmamız gerekir. Bu bize güçlü bir altyapı sağlar. Kişinin kendisi için de durum böyledir. Dünyanın en büyük liderlerine, düşünürlerine baktığımızda hemen hepsinin büyük sıkıntılar, afetler ve krizlerden başarıyla çıkmış insanlar olduğunu görürüz.
Afet ve krizin kişisel hayattaki etkisi, güven ve itibar konuları hakkında söylecek o kadar çok şey var ki, bu kısıtlı alan bize dar gelir. Umarım bu konuları ileride sizlerle daha derinlemesine paylaşma fırsatımız olur. Biz şimdilik beklenmeyen alanımızı ön hazırlıklar, önlemler ve altyapı çalışmalarıyla daraltıp güven ve itibar çıtamızı yükseltmekle meşgul olalım.

Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 28.07.2012 tarihinde yayınlanmıştır. 

Değerin İşletme Serüveni

Değer, değişim treniyle zaman yolculuğuna işletme evreninde uzun yıllardır devam ediyor. Bu yolculuğun ilk durağı ürün ve hizmet. Sanayileşme, seri üretim, baş döndüren teknolojik gelişmeler zamanında değer, ürüne verildi. Ürün, yıldızdı. Ürün ne derse o olurdu. Bu yıllarda piyasalarda “iyi mal kendini sattırır” sözü hakimdi. Bu inanışa göre elinizde iyi bir ürün varsa satılacağı kesindi. Sonuçta uygulamada da bunu kanıtlayan birçok duruma rastlandı. O zaman gerçek kabul edilen bu durumun, belki de gerçek olmakla birlikte zamanla eksik olduğu ortaya çıkmaya başladı. Her yeniliği kabul eden, alternatifleri az olan tüketici buharlaşıyordu. Terazinin arz tarafı ağır basmış, artık talep ve talep eden tüketiciler piyasa terazisinde havalanmaya başlamıştı. Ürünün pabucu dama atılıyordu. 
Üreticiler, bu ürünleri alan tüketiciler olduğunu farketmeye başladılar. Kendi ürünlerinin tüketicilerin birçok tercihinden sadece birisi olduğu gerçeğiyle yüzyüze geldiler. Tüketicilerin alternatifleri çoğalmıştı ve beğenmediklerin rahatça burun kıvırabiliyorlardı. Artık kendini beğendirme, müşterinin gözüne girme sırası ürüne gelmişti. Böylece değer, değişim treniyle bir sonraki durak olan müşteri durağına doğru yöneldi. Artık müşterinin bir değeri vardı. Değerle birlikte ilgi de müşteriye taşınmıştı artık. Tüketiciler, üreticilerin gözünde tüketici olmaktan müşteri olmak sınıfına yükselmişlerdi. Kelime anlamıyla sadece “tüketen” anlamındaki tüketiciden “satın alan” anlamındaki müşteriye geçiş yapmışlardı. Gözler müşteriye çevrilmiş, müşteri kapma yarışı başlamıştı. Bunun için yeni teknikler, yeni argümanlar geliştirmeye başladılar. Tüketici memnuniyeti, müşteri ilişkileri yönetimi ve birçok pazarlama silahı daha aktif kullanılıyordu. Tüketici kendisine verilen bu değerin tadını çıkarıyor, üreticiyle olan bu yakınlaşmadan fayda sağlıyordu. 
Tam her şey yoluna girdi derken sistemde arıza sinyalleri çalmaya başladı. İşletmeler hem ürünü, hem de müşteriye yönelik her türlü işletme faaliyetini etkileyen bir noktanın bu tehlike sinyal sistemini çalıştırdığını farkettiler. Ürüne ve sonra müşteriye odaklanılırken ihmal edilen bu önemli nokta firma çalışanlarıydı. Tüm bu dengeyi sağlayan, hem üretim hem de müşteri ilişkilerini sağlayan ve arada önemli bir köprü görevi gören firma çalışanları sistemdeki çarkları yavaşlatmaya başlamışlardı. Tüm bu süreçte onların talepleri, ihtiyaçları ihmal edilmiş veya yeterince dinlenmemişti. 
Değer, bir sonraki durağa doğru yola koyuldu; çalışanlar. Artık işletmeler çalışanlarına daha çok değer verdiler. Hizmet içi eğitimler, sosyal imkanlar ve haklar, maddi ve manevi motivasyon araçları ve buna benzer birçok araç devreye girdi. Çalışanlara daha çok değer veriliyordu. Bunu erken farkeden şirketler, fark oluşturmaya başladılar. Bu fark, hem daha iyi ürün ve hizmet üretmelerini sağladı, hem de müşteriye dönük çalışmalarının kalitesini artırdı. Çalışanın zihnen ve bedenen rahat olmasının üretkenliği ve verimi artırdığı açıkça görüldü. Çalışanına daha çok değer veren firmalar, aynı zamanda daha kaliteli çalışanı da kendilerine çekebiliyorlardı. Bu da özellikle iş arzında kalitenin daha çok önem kazandığı piyasalarda firmalar için önemli bir koz olarak karşımıza çıktı. 
Değerin şu anda durağı çalışanlar olarak görülüyor. İşletmeyi, hatta hayatı ilgilendiren herşey gibi değer de değişimle birlikte belki bir çok duraklara gidecek. Burada önemli olan değişim trenini takip edebilmek ve “değer”e hak ettiği değeri verebilmek. Değerin gezdiği bir önceki durakları da ihmal etmemek gerekir. Çalışan memnuniyeti, müşteriye ve ürüne dönük yatırımlarla birleştirildiğinde asıl anlamını kazanmaktadır. 
Peki tüm bunlar sadece büyük şirketler için mi geçerlidir? Cevap, kesinlikle hayır. Değer durakları ürün, müşteri ve çalışan; irili ufaklı ve hangi sektörden olursa olsun her işletme için geçerlidir. Tek çalışanı olan yerlerde de çalışanın memnuniyeti, müşterinin memnuniyeti ve ürün ve hizmetin kalitesi işletmenin karlılığını önemli ölçüde artırır. Hepimiz bu maddeleri bir kez daha kendi iş hayatımızda gözden geçirmeli ve uygulamaya başlamalıyız. Eminim faydasını yakın zamanda görürüz. 
Kahramanımız değeri insanlara sunmak için ticari anlamda düşünmeye gerek yok. Kişisel ilişkilerimizde de insanlara verdiğimiz değer nispetinde karşılığını alırız. Bakalım zaman yolculuğundaki bu değişim treni daha bize hangi yolcuları getirecek. İnsanlara değer verdiğimiz sürece hem özel, hem de iş hayatımızda kazanan hep biz olacağız. 
Bu yazı www.eurovizyon.co.uk sitesinde 19.07.2012 tarihinde yayınlanmıştır